Haberler

Bakü’nün tramvay ve tramvay sonrası dönemi, Şerif’in kurtarıcı çaydanlığı

Bazen şehirde eski Bakü zamanında oturup durduğumuz yerlerin önünden geçerken ister istemez geçmişi hatırlıyorum. Bu mekanların çoğu eski görünümünü değiştirip yeni nesnelere dönüştü. Kimisi sadece dış görünüşünü değiştirmiş yani nesne olarak içeriğini değiştirmemiş, kimisi ise hem dış görünüşünü hem de içeriğini değiştirmiş.

“Şehir İçi” metrosundan her inip bulvara indiğimde, bir zamanlar “Eşsiz Çay Evi” dediğimiz o eşsiz binanın önünden geçiyorum. Bilenler bilir, Filarmoni Orkestrası’nın yanındaki bahçeyi kastediyorum. O ağaçların altına kafeterya masaları düzenlenirdi. Burası arkadaşlarla buluşmak ve sohbet etmek için en sevdiğimiz yerlerden biriydi.

Daha sonra Özgür Yazarlar Merkezi’ni (AYO) kurdum. Esas edebi sohbetler ve tartışmalar burada gerçekleşti. Bahçenin etrafında da birkaç kafe vardı. O kafeler şu anda hala aktif ama içerikleri değişti, pahalılar, şairlere, yazarlara göre bir yer değil.

O zamanlar ya Sabir’in heykelinin karşısındaki “Monolit” kafeye ya da Targovi’deki “Araz” sinemasının altındaki Şirzad’ın kafesine giderdik. Şirzad aslen Gedebeyli’ydi, çok lezzetli yemekler yapardı, diğer yerlere baktığınızda nispeten ucuzdu.

Eski yerleri hatırlayarak bakalım en uzak zamanlarda başka hangi kafe ve çayhanelerde toplanırdık… Bakü’ye seksenli yılların başında geldim. Sovyet döneminde, tramvay-troleybüs zamanında meşhur bir “Goyerchin” kafesi vardı eski öğrenciler orayı hatırlarlar, lezzetli sosisler ve biralar vardı ve en lezzetli sosisler bira bahçesindeydi. Yasamal pazarının yanında ve daha önce bahsettiğim Monolith’te de aklıma geldi: BSU yurtlarının avlusunda bulunan tek üniversite olan kafe-çayhanede leziz sucukların yanı sıra sert azika da bulunurdu.

Size en eski kafelerden birini anlatayım: Sovyet döneminde arkadaşlarla gittiğimiz İstatistik Bürosu’nun karşısındaki kafeyi hatırlayan kaldı mı acaba? Gerçek bir bardı, içeride duman, duman, duvar yazıları, sarhoş insanlar vardı…

O zamanlar Kömürçu pazarının yanında, Kubinka’daki kavşakta “Uchbucag” dediğimiz lezzetli bir kebapçı vardı. Daha sonra Elmler metro istasyonundan çıkıp sola doğru iniyorsunuz. Köyümüzün öğrencilerinin genellikle toplandığı cadde, çalışma dönemimde yani öğrenciliğime kadar gördüğüm kafelerden biriydi.

Daha sonra öyle şeyler oldu ki, Moskova’da öğrenci oldum ve uzun süre Bakü’den kayboldum.

Doksanlı yılların başında Anavatan’a döndüğümde Bakü’de Meydan dönemi çoktan başlamıştı. O dönemde Bulvar bahçeleri çayhaneler ve kafelerle doluydu. Artık bu mekanların bir kısmı görünüm ve fiyatlarını değiştirerek halen kafe ve çayhane olarak faaliyet gösteriyor.

Azneft çemberinin yakınında kare dönem “Nu pogodi!” Çay evi, yaratıcı insanların en çok burada buluşup uzun süre sohbet ettiği yerlerden biriydi. Bu sohbetlerin çoğu yeme-içme partileriyle sona erdi.

Sahil boyunca dağılan çayhanelerin daha çok dinlenme yeri işlevi gördüğünü söyleyeceğim. Arkadaşlarla çay içmek, sohbet etmek moda oldu. Bulvar bahçelerindeki çayhane ve kafelerin yanına bilardo masaları yerleştirildi. İyi bilardo oynasam bile nadiren isteka alırım. Oturup konuşmak benim için daha çekiciydi. Elbette elimizde bir gazete tuttuğumuzda konuşacak pek çok konu vardı. Siyasete girdik, edebiyattan çıktık.

Bazen de denizin hemen kıyısında yer alan ve “Balıkgulagı” dediğimiz şimdiki “Mirvari” restoranına giderdik. Adını hala suyun üzerindeki köprüden alan “Venedik” restoranını tekneyle ziyaret ederdik. Denize uzanan platformun ucundaki “Gilavar” cam kafesi de çok lezzetliydi.

Hangi çayhanelerin ve kafelerin bizim için popüler olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. En eskilerinden biri Sahil bahçesinin eteğindeki bodrum katındaydı. Sanırım adı “Nargiz”di ve çoğunlukla yazarlar orada otururdu. 28’inde Sabir’in yazıhanesinin yanında “Ozan” kafesi vardı. Rüstemhanlı’nın “Azerbaycan” gazetesi, Hüseyin Arif de ilk kez Güney’den gelen arkadaşlarla orada oturduk, Targovi’de Vagif Samadoğlu ile bir bodrum restoranı var, oraya birkaç kez “vurduk”. Her neyse…

Ahundov kütüphanesinin de güzel bir kafesi vardı. Sahil Metrosunun şimdiki girişinin karşısındaki bodrum katında da bir kafe vardı. Evet, uzun yıllar Targovy’nin girişindeki “Memur Evi”nin kafesinde yaşadık, unutmayacağız, anısını saygıyla anıyoruz!

Daha sonra uzun süre kalıcı mekanımız haline gelen Nizami heykelinin önündeki büyük çayhane, şu anda üstü kapalı olmasına rağmen kafe işlevi görüyordu. Daha sonra Nizami müzesinin karşısında durduğunuzda sağ taraftaki bodrum katında meşhur kafemiz hakimdir. Nizami, “Nizami” sinemasının karşısında ve arkasında ilginç kafeler olduğunu söyledi. Targovy’de “Vatan” sinemasının çıkışında nezih kafeler vardı. Alisamid’le içeri girip yüz yüze oynardık, ah defol dünya! Yakınlarda Vaqib Nasibli ve Cengiz Alioğlu’nun da çok vakit geçirdiği bir bodrum vardı.

Son zamanların en umut verici mekânı olarak Dursun’un Nerimanov parkındaki çayevi-kafesinin anısını bir dakikalık saygı duruşuyla anmalıyız. Oralardan geçerken sevgili dostumuz Arif Aydın’ı hatırlamamak haksızlık olur. Parkın diğer tarafındaki Tebriz kafesini de unutmayalım! Tebriz dedi, bir zamanlar Targovi’de bodrumda bir “Tebriz” vardı.

Şimdi aklıma gelenleri söylüyorum, muhtemelen arkadaşlar bu yazıyı okuyunca pek çok yerin hayalini kuracaklar.

Ne bileyim… Bir zamanlar Samad Vurgun bahçesinin önüne çadır kafeler kurulurdu, Oktay Rza’yla orada çok eğlenirdik. Bir keresinde de dışarıya semaver koymuşlardı. Defalarca döndüm, o sevimli insanla her karşılaştığımda gülüyordum: “Yaşlı kadın, neydi o, beni küçük bir çocuk gibi kollarının arasında döndürüyordun.”

Bir şey söyleyeyim, barın kafeleri! Yeni nesil yazarları göremiyordu, gazetelerin kurşunla toplandığı dönemde yayınevinin bodrumunda güzel bir kafemiz vardı. Arkadaşın Delirmişse yazımın kahramanı İlyas Arnafas orada oturuyordu.

Kim geldi, kim geçti! Ne zamanlar geçti!

Her yerde yemek ve içmek için yerler! Yiyip içiyor, yazı yazıyor ve ortalıkta dolaşıyorduk. Muhtemelen çok ucuzdu. Parayı nereden bulduğumuzu bile bilmiyorum…

Memmed İsmayıl öncülüğünde “Gençlik” dergisi yayınlandığı dönemde, “Şehir İçi” (o zamanlar “Baksovet”) metro istasyonunun çıkışından çıktığınızda ağaçların altında büyük bir çayhane vardı. Batı Azerbaycanlı soydaşlarımızın yeni taşındığı ve o çayhanede Ahmed Oğuz’la tanıştığım dönemde, bugün (31 Ağustos) Ahmed’in ölümünün üzerinden tam üç yıl geçti!

O çay ocağının hep sakini olan Akif Samadi’yi, Hüseyin Efendi’yi, Sabir Sarvan’ı, Mehdi Bayazid’i üzüntüyle anıyorum.

Hangi bilgiyi, hatırladıkça hatırlıyorsun.

Sana bir hikaye anlatayım, izin ver kalbini açayım. Yani AYO’nun en parlak dönemiydi, bir de “Vahid Çay Evi”nde toplandığımız zamanlar. Hala tuşlu telefonu kullanıyorduk. Saat öğleni biraz geçmişti, ben çoktan çayhanede oturuyordum. ve genç, yetenekli ve umutlu yazarımız Şerif Ağayar arıyordu, telefonu açtım usta (şimdi değil, bana “usta” derdi), neredesin? “Vahid” çay ocağında dedim ki, “sert vurmak” istiyorum, imkanın var mı? Hiçbir yolu yok, param ancak nehre ulaşacak dedim. Ben terör estirmek istiyorum dedi değil mi? Dedim ki şimdi neredesin? Şimdilik evdeyim dedi. En iyisi arkadaşınızdan biraz borç almak, sonra size veririz dedim. Eşimin parası olduğu doğru ama vermiyor, evinde de yok dedi.

Karısının parası olduğunu sanıyordum ama kendisi evde değil. Genellikle kadınlar paranın tamamını yanlarına almazlar, ana kısmını evde bırakırlar. Beynim Sherlock Holmes gibi çalışmaya zorlandı ve hemen aklıma yeni bir fikir geldi.

Dedim ki Şerif, arkadaşın hangi bölgeden? Aslen beyaz olduğunu söyledi. Çok güzel dedim evinizde bulaşık dolabınız var mı? Evet dedi. Büfedeki tabakların arasında kullanmadığınız dekoratif çaydanlıklar var mı dedim? Görünüşe göre var dedi. Taslağının fazla ileri gitmesine izin verme, ona bir “ateşli çocuk” söyle, git şu çaydanlıkların içine bak, sonra beni tekrar alırsın dedim.

Neyse telefonu kapattı. Birkaç dakika sonra telefonumun mutlulukla çaldığını gördüm. Hızla aldım. O andan itibaren Şerif’in neşeli sesi duyuldu: “Sen gerçekten bir ustasın! Para kazandaydı! Şimdi geliyorum!”

Ben de şöyle dedim: “Hepsini alma, olduğu gibi kabul etme, hissetme. Çünkü bugün yarın var.”

Şerif daha sonra Bilimler Akademisi’nin yakınında, metroya yakın bir yerde yaşadı.

Aradan çok zaman geçmişti, arkadaşımızın uçarak geldiğini gördüm. Tanıştık ve öpüştük. Gitti dedi!

Yakındaki bir kafeye oturduk. Salata çıkar çıkmaz önce çaydanlığa vuralım dedim. Vücudumu kaldırdım ve şu selamı verdim:

“O desenli, okur yazar, asil, açık yürekli çaydanlığın sağlığına içelim! Dilerim o çaydanlığın içi hep dolu olsun! Hayatında çatlamanın ne demek olduğunu hiç bilmesin! Piposu hiç ütülenmesin. , tıpkı çaydanlıklardaki gibi! Arkadaşınız çok kızgın olsa bile, o çaydanlığı asla kafanıza atmayın!”

Sağlığı biter bitmez ikimiz de cesedi başımızın üzerine çektik ve çatallarımızı salatalık turşusuna doğrulttuk.

Murad Kokhnegala

Haber Azerbaycan

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu